Her sezon heyecanla beklenen, insanların nefeslerini tutarak izlediği, desteklenen yarışmacılar için sosyal medya kavgalarının yaşandığı, Türkiye’nin vazgeçilemeyen programı, Survivor…
Peki Survivor neden bu kadar çok izleniyor?
Konuyla ilgili birçok yazı da olduğu gibi sizlere, seçilen yarışmacılardan, Acun Ilıcalı’nın yarışma kurgusunun iyi olmasından bahsetmeyeceğim. Bu konuya farklı bir açıdan bakıp, izleyicinin hissettiklerinden ve bu hissi devam ettirme isteğinden bahsedeceğim.
Sabah 6:00 da saatiniz çalmaya başlıyor iki ya da üç erteleme ile ancak 6:15’te uyanıyorsunuz. Telaş içerisinde hazırlanıyor ve her gün servise yetişmeye çalışıyorsunuz. İşe gidiyorsunuz 18:00 e kadar canınızı dişinize takıp patronunuz için çalışıyorsunuz. Her şey çok boktan… Aldığınız maaş ancak masraflarınızı karşılıyor… Şanslıysanız hafta sonu çalışmıyorsunuz, aksi taktirde sadece pazar tatiliniz var. Hele yevmiyeli işçi iseniz hiç tatiliniz yok (çünkü yevmiyenizden feragat edip tatil yapmak sizin için lüks). Hayatınız bu döngü içerisinde geçiyor. Gününüzün çoğunda tek bir şey hissediyorsunuz o da stres! Mutlu değilsiniz, hayatınızda hiç bir heyecan yok… Hele sosyal hayatınız hiç yok, belki tek tatil gününüz pazar, hava da güzelse pikniğe gidersiniz (yine de çok masraflı olur mu diye düşünüyorsunuz).
Farklı bir senaryo da iş hayatınız aynı kalmakla birlikte, belki bugünün Türkiye’sinde 2500-3000 TL maaşlı çalışan bir mühendissiniz, belki bankacı, belki avukat… Maaşınız biraz daha iyi ama bu kez borçlarınız var belki ev aldınız 120 ay taksitle… Bu sizin sosyal hayatınızı ve ev ekonominizi sarstı ve hayattan aldıklarınız artık belki de bir mavi yakalı işçinin aldıklarından farksız. Hatta belki o sizden daha mutlu… Çünkü siz daha fazlasını istiyorsunuz ama o, hayatını kabullenmiş…

Çoğumuz gerçek hayatımızın başlamadığını düşünüyor. Hepimizin bazı hedefleri var ve o hedefe ulaştığımızda gerçek yaşantımızın başlayacağını düşünüyoruz. Dürüst olmak gerekirse çoğumuzun hayali zengin olmak (en azından istediğimiz her şeyi yapmaya yetecek kadar)… Çünkü ancak paramız olduğunda mutlu olacağımızı düşünüyoruz…Belkide öyledir… Paranın mutluluk getirmediğini söyleyenler tüm zenginliğe sahip olanlar değil mi? Belki de bunu söylemelerinin nedeni herkesin daha fazlasını istemesini engellemek içindir. Sonuçta dünyanın serveti sınırlı bu serveti ne kadar az kişi paylaşırsa o kadar iyi değil mi?
Neyse konumuz dağılmasın. Kısaca çoğumuz hayatımızı bu döngünün içinde geçiriyoruz ve aynı soruları kendimize sorup duruyoruz. Hayatın tüm bu sıkıcılığında aradığımız biraz olsun rahatlamak, biraz olsun unutmak ve mutlu olmak… Peki bu sınırlı sosyal hayat ve sınırlı ekonomi ile nasıl rahatlayabiliriz? Nasıl mutlu olup, bir kaç saat de olsa aklımızdaki düşüncelerden, stresten tüm sorulardan kurtulup, unutabiliriz?
İşte tam bu nokta da herkesin aklında aynı görüntü canlanıyor. Dört duvar arasındaki sosyal hayatlarımızın en önemli mutluluk odağı, televizyon… Artık insanlar akşam olup eve döndüğünde ayaklarını uzatıp, bu mutluluk saçan(?) makinenin karşısına geçip çayını yudumlamanın hayalini kuruyor. Artık sosyal hayatlarımız akşam 19:00-23:00 arasında ve dört duvar arasında… Hal böyle olunca hepimiz bu süreyi en iyi şekilde kullanmanın derdine düşüyoruz. Hayattan daha fazlasını bekleyenler bu süreyi televizyon karşısında geçirmenin doğru olmadığını düşünüyor… Direniyorlar önce… Altında ezildikleri stres, aklındaki sorular, unutmak istedikleri her şey bir çığlığa dönüşüyor zihinlerinde, bazen refleksle çığlığı dışarı vuruyorlar ve işte o anda pes edip, o mutluluk makinesinin karşına geçiveriyorlar… Ya da aynı anda hem televizyon izleyip hemde faydalı olduğunu düşündüğü şeyleri yapmayı deniyorlar. Kimileri başarıyor kimileri bir süre sonra kendilerini sadece televizyona teslim ediyor.

Peki ne izleyecekler? Dizi mi? Film mi? Haber mi? Tartışma programı mı? Tüm seçenekleri gözden geçiriyorlar. Kısa sürede tüm ihtiyacı olanı almak isteyen izleyici aynı anda birçok hissi yaşatan programlara yöneliyor. Dizi olmaz.. Çünkü hepsi ya çok üzüyor ya çok güldürüyor ya çok geriyor ya da sinirlendiriyor dolayısı ile gerçekçi gelmiyor. E film de öyle… Peki haber mi izlesek? E bu kez ülkenin durumu, cinayetler, tecavüz haberleri, siyasetçilerin akıl almaz tartışmaları, yalanları, çocuk istismarları, hukuk düzeninin ne kadar bozulduğu, doların tavan yaptığı (aslında Türk Lirası değersizleşiyor), enflasyon, acımasız zamlar, geçim sıkıntısı, aç insanlar, Suriyeli’ler, barışı sağlayacağız nidaları ile savaş açanlar, ağlayan çocuklar, ölen insanlar… Bunlar yaşadığımız stresi azaltıp bizi mutlu edip bize her şeyi unutturabilir mi? Ben de öyle düşünmüştüm…Aksine daha çok üzülüp düşünmeye sevk eder… Ama bizim düşünmememiz gerek!
Çoğumuz bilinçaltımızda aynı şeyi istiyoruz. Bu kısa süre içerisinde hem heyecanlanalım, hem sinirlenelim, hem gülelim, hem rekabet hissini yaşayalım, hem de üzülelim. Kısaca tüm stresimiz boşaltıp deşarj olalım. İşte bu sırada, arayış içinde kanalları gezerken rastlıyoruz Acun Ilıcalı’nın Survivor programına. Her şey tam istediğimiz gibi. Rekabetin doruklarına varıyoruz tuttuğumuz takım ile, kavgalarda sinirleniyoruz, tüm hıncımızı ekran karşısında çıkarıyoruz biz de. Tuttuğumuz takım kazanınca mutlu oluyoruz kaybedince üzülüyoruz, gülüyoruz yeri geldiğinde yarışmacıların tavırlarına, eşlik ediyoruz sevinç gösterilerine… Daha ne isteyebiliriz ki! Bu program yayını boyunca hakim olan en büyük duygu mutluluk… Uyuşturulmuş gibiyiz…Bile isteye hem de. Bir yandan bu kadar sorun sıkıntı varken utanıyoruz mutlu olma isteğimizden, bir yandan da izlemeye devam ediyoruz, kendimizi hakim olamadan…Bu program yayınlandığı sürece mesai bitişini iple çekiyoruz. Amaç mutlu olup, unutmak… Kölesi olduğumuz hayat döngüsüne baş kaldıracağız yoksa… Bu kadar yükün altında ezileceğiz… Bu sisteme dur diyeceğiz, eğer bu stresi atamazsak… Neyse ki TV8 ve Survivor var da bizi bu yoldan alıkoyuyor. Televizyon vasıtasıyla alıyoruz gözlerimizden uyuşturucuyu ve unutuyoruz her şeyi…
Sevgiler,