Kitaplığımda birçok kitabını bulundurduğum Stefan Zweig’in en sevdiğim eserlerinden biridir, Satranç…
Yine bu eserinde de Sigmund Freud’dun Zweig üzerindeki etkisinin izlerine rastlıyoruz. Karakterler üzerindeki psikolojik çözümlemeler, travmatik sahneler eminim hepinize Freud’u hatırlatmıştır. Zweig kitaplarından Freud’dan izler buldukça iyi ki diyorum… İyi ki yolları kesişmiş ve dost olmuşlar… Aksi taktirde böyle eşsiz eserleri okuma fırsatımız olmayabilirdi.

Zweig’in hangi eserini okuduysam hep aynı hisse kapıldm… Yarım kalmışlık, daha fazlasına muhtaçlık hissi… Her kitap bittiğinde keşke devam etse diyorsunuz, burada kalmasa… Bazen o kadar bu hisse kapılıyorum ki kafamda karakterlere yeni hikayeler yakıştırıyorum, tabi hiçbiri O’nun kaleminden dökülenler gibi olmuyor…Ne yazık ki…

Satranç’ta iki ayrı ana karakterin hayat hikayesine şahit oluyoruz ve bu iki farkı kişiliğin yolları bir yolcu gemisinde dolaylı yollardan kesişiyor ve bir satranç tahtasının başında birleşiyor. Biri travmatik bir çocukluk yaşamış, anlama güçlüğü olan neredeyse hiç konuşmayan ve ilginç bir şekilde satranç oynamaya başladığı andan itibaren neredeyse hiç yenilmemiş bir dünya satranç şampiyonu, Mirko Czentovic diğeri ise Hitler döneminde ağır bir psikolojik işkenceye maruz kalmış ve aklını yitirmekten kafasında oynadığı satranç oyunlarıyla kurtulan Dr. B. Biri satranç tahtası ve taşları olmadan oynayamıyor, diğerinin ise 25 yıl boyunca eline satranç taşı değmemiş… Bu iki karakter karşı karşıya geliyor ve satranç oyunu başlıyor…
Bu karşılaşmadan önce iki ayrı hayat hikayesi dinliyorsunuz, ikisi de birbirinden hüzünlü ve travmatik. Özellikle Dr. B.’nin yaşadıkları insanı derinden etkiliyor. Hitler döneminde yapılan işkenceleri az çok çoğumuz biliyoruz. Fakat böyle bir etkileyicilikle kaleme alındı mı emin değilim doğrusu…

Beni Stefan Zweig’in kitaplarından daha çok etkileyen bir şey varsa oda Zweig’in hayatıdır. Hala intihar ederek hayatından vazgeçmiş olmasına inanamıyorum doğrusu. Eşi ile birlikte intihar etmeden önce bir sürü veda mektubu yazmışlar. Mektupların birinde şöyle diyor Zweig “… Bütün dostlarımı selamlıyorum! Umarım o uzun, karanlık gecenin ardından doğacak günün kızıl şafağını görebilirler. Sabırsızlığına yenilen ben, oraya onlardan önce gidiyorum.” Kendi ülkesini terk etmek zorunda kalması Amerika’ya yerleşse de Avrupa’nın o dönemde içinde bulunduğu durumu kabullenememesi ve umudunu yitirerek eşi ile birlikte ilaç alarak intihar etmeleri…
Bu adamı o kadar çok seviyorum ki ödüm kopuyor tüm eserlerini okuyup bitireceğim diye… Bir yandan kendine hakim olamayıp sürekli okumak istemek, diğer yandan bitecek diye korkmak… Ne büyük çelişkiye düşüyor insan Zwieg okurken…
İyi okumalar,